8 Eylül 2014 Pazartesi

BİZ HANGİ ANKA'YIZ

Biz hangi Anka'yız?
"Dinlenen kara demir, gözenekleri acı
çığlıklarıyla inleyen kara demir.
İçler acısı toprakta hâlâ kızıl kül,
bronzun acısını erittiği döküm.
Hangi acı ülkesinden gelir acılı ve bitmez
gecede gak gak öten kuşlar?
Çığlık kasılır içimde düğümlenen bir sinir gibi
ya da kırık bir teli gibi bir kemanın.
Her makine bir gözbebeği saklar
bakmak için bana.
Duvarlara asılmıştır soru işaretleri,
bronzun ruhu açılıp saçılır örs üstünde,
ıssız bürolarda titrediği duyulur ayak seslerinin.
Ve karanlıkta koşar -umutsuz-
ölü işçilerin hıçkıran ruhları."
Pablo Neruda

"Devletimiz var diye seviniyorduk ama hiç bir şeyimiz yokmuş bizim!" Şili'de San Jose'deki (Maden kazası, Ağustos 2010) madencileri kurtarma operasyonunu televizyondan izleyen, eşini Zonguldak'ta 30 madencinin ölümüyle sonuçlanan kazada yitiren ama onun ölüsüne bile kavuşamayan bir kadının, bir ananın bir yerlerden(!) duyulmayan feryadıdır bu... Tıpkı 99 depreminde Cenk Koyuncu'nun yitip gidenlerin ardından söylediği; "Hiç bir şeyim yoktu benim, her şeyimi aldılar..." feryadı gibi...
Yine kurtarma operasyonunu izleyen Zonguldaklı madencinin kömür karası gözlerindeki kaygı, geldiğimiz ve gideceğimiz yerin acı bir ifadesi olarak yansımıştır yüzüne...
Şili'deki kurtarma operasyonundan ders(ler) çıkar mı acaba? Kendi adına bir ders çıkarmış her 'insan' gibi ben de bir 'insanlık dersi' çıkarmış bulunuyorum. Çünkü insan hayatı her şeyden değerlidir... Maden kazalarında birinciliği kimselere kaptırmayan bir ülkenin bireyi olarak, bu dersi her kazadan ve her ölümden sonra memleketim yöneticilerinin çıkaracağını umdum durdum yıllarca... Meğer boşa ummuşum. Çünkü, onlardan öğrendim ki ölüm; "bu mesleğin kaderi"nde varmış ve "Allah sabır versin!" yüzlerce insan, "güzel ölüm"ü "bile bile giderlermiş" yedi kat yerin altına!
Şili'nin madenlerinde de ihmal olabilirmiş, gördük... Ama umudu da gördük... Demek ki neymiş; Türkiye'de kader olan maden kazası, Şili'de umut-ol-muş! Efsane kuş Zümrüdü Anka'yı bilmeyenimiz yok gibidir... Şili'de yerin derinliklerinden, yeryüzünün yediyüz metre yukarısına insan değerini, yaşama sevincini taşıyan kurtarma kapsülünün de adıdır Zümrüdü Anka...
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağının tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş. Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış); kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kil bataklığını. Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Altıncı Vadi "şaşkınlık", yedinci vadi "yokoluş" vadisiymiş. Kaf Dağına vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Simurg'un yuvasını bulunca öğrenmişler ki "Simurg Anka", "Otuz Kuş" demekmiş. Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de "Simurg"muş..
Türkçede her iki şekliyle birlikte zümrüdüanka ve hüma veya umay olarak adlandırılır... Edebiyat ve tasavvufta yer alan, Arapların Anka, İranlıların simurg adını verdikleri efsane kuşun adıdır Zümrüdü Anka... Yunan mitolojisine göre öldükten sonra küllerinden doğar. Taoizm'de ölümsüzlüğün sembolüdür. İran tradisyonunda ise, kahramanları taşır, uzak mesafelere yolculuk yaptırır ve yakıp kendisini tekrar çağırabilsinler diye onlara kendi tüylerinden birkaç tane bırakır. Halk hikaye ve masallarında zümrüdüanka adıyla, masal kahramanlarına yardım eden bir kuş olarak rastlanır.
"...
Zonguldak
Yerin derinliklerinden geldiler
Ellerinde susmak bilmeyen bir yeraltı güneşiyle
Ne kadar diplere bastırılsa
O kadar boğulmak bilmez yankısıyla yüreklerinin
Ağır ağır geldiler
Sonra hergün geldiler artarak geldiler
Kadınları çocukları ve alkışlarıyla
Yoğurt mayalar gibi geldiler
Pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi
Su gibi ateş gibi
Her gün yeni ağızlar eklendi ağızlarına
Yeni yollarla tanıştı ayakları
Her gün yeni kabuklar çatladı
Yeni kulaklar işitmeye başladı söylediklerini
Bir kent oldular sonunda
Ve adını değiştirdiler ülkenin."
Kemal Özer


Aşık İhsani  "Mektup"unun bir yerinde:”Açlığa ne ise ya soğuğa dayanamadık. Bir tabut götürüp yakacağım. Allah afetsin” diyordu. Lakin, ihtiyaçlar listesinde ekmek her zaman her şeyden önce gelir. Filikalarda kum torbası gibi kullanılan tersane işçileri gibi, yerin yedi kat altında, ekmeğini kömürden çıkarmaya çalışan maden emekçisinin de, kafeslere konarak bile bile ölüme yollandığı bir ülkede yaşıyoruz ne yazık!. Peki bu cinayet gibi ölümlerin sorumlusu kimler? "İş güvenliği önlemlerine", "eğitime", "sendikalaşmaya" yeterli şekilde duyarlı ve ısrarlı olmadığı düşünülen, kobay yerine konulan "cahil işçiler" mi, yoksa, özelleştirilen madenlerde işçilerin sendikal haklarını gasp ederek sendikasızlığı fırsat bilip, iş yasasını doğru dürüst uygulamayan cibilliyetsiz taşeron şirketler mi? Yoksa, her seferinde sorun'un üzerine gideceğiz, önlem alacağız nutukları atan ama nedense her ağızlarını açtıklarında ölümleri çoğaltan yetkililer mi? Gözümüzün içine baka baka atılan koskoca yalanlar mı yoksa? Peki ya, bu paraya tapınım düzeninde, "kader"iyle canlı canlı mezara konulurken işçiler ve biz kendimizden çok uzaklarda ararken sorumsuz sorunluları, toplumsal tepkisizliğimiz ne kadar masum peki?

Ölümler kader mi, yoksa ihmal mi?
Yoksa, ihmal de mi kaderden?
Göçük sadece maden ocağında mı?
Tüm iş kazaları gibi, maden ocağındaki ölümler de yüreklerimizi sızlatıyor belki ama çoğumuzun belleklerin den yitip gidiyor zamanla.. Oysa ki işçiler, her defasında, kendi yaşamları pahasına unutkanlığımızı anımsatıyorlar bizlere... Bir dahaki ölümlere dek yine unutacağımız gibi...
Evet, Şili'de yerin derinliklerinden, yeryüzünün yediyüz metre yukarısına insan değerini, yaşama sevincini taşıyan kurtarma kapsülünün de adıdır Zümrüdü Anka... Umudun, sevincin adıdır... Şili'de umut, Pandora'nın Kutusu'na inat yerin dibinden çıkarken, Zonguldak'a, Kozlu'ya, Armutçuk'a, Amasra'ya, Karadon'a, Üzülmez'e "kader" demenin utancıyla bizler, asıl şimdi girmiyor muyuz yerin dibine?
Efsanelerde merhametli oluşuyla bilinen iyi kalpli Anka'nın yanısıra, canavar tabiatlı ikinci bir Anka'da vardır. "... Yakıp kendisini tekrar çağırabilsinler diye onlara kendi tüylerinden birkaç tane bırakan"... Merhametli efsane Anka mı? Yoksa bütün bu ölümler ve acılar yetmiyormuş gibi yenilerine davetiye çıkaran, her beceriksizliklerinin üstüne bir de "tüy diken" canavar tabiatlı Anka mı?
Hangi Anka'yız biz?   
Bu yazı, Neruda'nın ülkesi Şili'nin madencilerine bir selam, kazalarda yitirdiğimiz maden işçilerine ve bu kazalarda oğullarını yitiren Türkiyeli analara bir türkü olsun:



"...
Analar, onlar ayakta
Buğday içindeler, onlar,
Yücelerden yüce dururlar:
Dünyayı doruktan seyreden,
Bir öğle güneşi gibi.
Bir çan darbeleri gibi,
Onlar.
Ölmüş gövdeler arasında,
Zaferi çekiçleyen bir ses gibi
Onlar,
Kara bir ses gibi.
Ey canevinden vurulmuş,
Toz duman olmuş bacılar!
İnanın oğullarınıza.
Kök oldu onlar,
Sade kök:
Kan suratlı,
Taşlar altında.
Karışmadı toprağa,
Dağılmış kemikçikleri
Ağızları ısırır hala,
Kuru barutu;
Ve demir bir okyanus gibi,
Titreşirler hâlâ.
Ben ölmedim der,
Yumrukları;
Yukarı kalkık yumrukları,
Daha.
...
Susamış sırtlanları,
Bitip tükenmez ürmeleriyle
Afrika'dan gürleyen hayvan sesini;
Öfkeyi, iniltileri, hoş görmeleri,
Bırakın, bir yana bırakın.
Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar,
Doğan ulu günün ortasına bakın:
Bu topraktan güler ölüleriniz.
Kalkık yumrukları titrer,
Buğdayın üstünde,
Bilesiniz..."
Pablo Neruda


                                                                                                                  Vahit Akça, Ekim 2010, Ocak 2013





Hiç yorum yok: